İlahiyat Haber

Edward Said gideli 10 yıl oldu

25 Eylül 2003’te öldüğünde tüm dünyada birçok Müslüman belki de Müslüman olmadığını bilmeden onun için rahmet diledi. Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Köse’ye göre o Müslümanlar yanılmadı. Çünkü kırk yıl boyunca entelektüel vicdanın ve dürüstlüğün simgesi olan, özgürlük ve eşitlik adına Müslümanların haklarını savunan bu Filistinli Hıristiyan rahmeti çoktan hak etmişti.

,

 

İşte Prof. Dr. Köse’nin Edward Said anısına kaleme aldığı o müthiş yazı:

“25 Eylül 2003 günü kaybettiğimiz Edward Said de bir Afrika kaplanıydı. “Kral Öldü!” diyordu onun ölümünü duyuran bir gazete… Filistinliydi. Hıristiyan’dı. Ama Müslümanlardan daha sevdalıydı Filistin’e. Yaser Arafat’a bile “davayı sattın!” demişti 1993’te İsrail’le imzalanan Oslo Antlaşması’nda taviz verdi diye. Üzerine gelen yıldırımlara aldırmadı hiç. Her yıldırımda biraz daha uzattı kafasını Müslümanlara. New York’ta Columbia Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı profesörüydü. Hem entelektüel hem savaşçıydı. Hem kalem hem kelâm ustasıydı. Kalemini Türkçe’ye 1980’lerde çevrilen Oryantalizm (Şarkiyatçılık) kitabıyla tanımıştım. Batı’nın Doğu’yu nasıl aşağıladığını, ona hangi mitlerle yaklaştığını öğrenmiştim ondan. Gerçek Batı’nın hayalimdekinden farklı olabileceğini onunla fark etmiştim ilk defa… Ama kelâmını tanımak için 1990’ları beklemek zorundaydım. Londra Üniversitesi’ne gelmişti. Konferans için… Fiziksel görünüşü, sözel sunuşu ve zihinsel duruşu harikaydı. 12 yıl savaşacağı lösemi hastalığının ilk günleriydi. Ama konferans salonunda hastalığını bilen bir tek kişi vardı: Edward Said… Nasıl bir kaplan olduğunun bir başka kanıtıydı bu. Çocukluğundan itibaren hep çileli bir hayatı olmuş, hep bir şeylerle mücadele etmişti. Bir sürgün hayatıydı onunkisi… Birçok Filistinlinin kaderi olan sürgün hayatı… En zor durumların üstesinden gelmeyi başarmıştı hep. Sıkıntılarını şikayete dönüştürmemeyi öğrenmişti. Şimdi mücadele sırası ölümcül hastalıktaydı. Yılmadı. “Ölmeyeceğim, çünkü ölmemi isteyen çok kişi var” diyordu. Yazmaya, söylemeye, haykırmaya devam etti. O haliyle 2000 yılında Filistin’e gitti… İsrail askerlerine sembolik bir taş atmak için… Ama siyonistler ona dünyayı dar etmek istediler. Columbia Üniversitesi’nden attırmak için her yolu denediler. Rektörü zorladılar. Ama bu kez rektör de bir Afrika kaplanıydı. Tarihe geçecek bir beyanatla Siyonist taleplere son noktayı koymuştu: “Biz hocalarımızın attığı taşa değil, verdiği derse bakarız. İşinize bakın!” Çünkü biliyordu rektör bu inatçı Ortadoğulunun aslında “düşmanlığın düşmanı” olduğunu; Doğu-Batı, Müslüman-Hıristiyan ayırımına karşı olduğunu… 

Mevcut normları sorgulayabilen, entelliği üniversite kampüsüne, kitap sayfalarına hapsetmeyen bir aydındı Edward Said… Bir “Doğrucu Said”di. Mazlum dünyanın safındaki namuslu aydın imajının sembolüydü. “Haberlerin Ağında İslam” (1981) kitabını yazarken kendisini dünyaya yanlış tanıtılan 1 milyarı aşkın Müslümanın yerine koymuştu… Kitabını okuyanlara kendisinin Müslüman olduğunu zannettirecek kadar sahiciydi… Sömürgeciliğin amansız düşmanıydı. Demokrasinin, Batı’nın maskesiz yüzü olan emperyalizmi eleştirmeyi zorunlu kıldığını düşünüyordu. Batı’ya hep şöyle seslendi: “Ey Batı! Yönünü şaşırdın, geri dön, savunduğun değerleri çiğneme!” Batı’nın hayâlî bir Doğu imajı yarattığını ve emperyalizmini bu imajla beslediğini savundu hep. Kültür ve Emperyalizm (1993) kitabında bu imajın Batı’nın bilinçaltına nasıl kazındığını Batı romanlarındaki sanal Doğu imajını irdeleyerek gösterdi. Batı’nın kültürel bir psikanaliziydi sanki Kültür ve Emperyalizm.

Filistin davasına da hep bu açıdan bakmıştı. Bir özgürlük davası, bir Doğu-Batı meselesi olarak görmüştü Filistin’i. Batı’ya karşı Doğu’nun, sömürgeciliğe karşı vatanseverliğin, beyaz adama karşı Arap-İslam dünyasının, diktatörlüğe karşı demokrasinin sesi oldu hep Filistin’den hareketle. Ama Filistin yeterli sebepti onun Siyonistler tarafından hedef tahtası yapılmasına. Hem de en iyi dostu Daniel Barenboim isimli bir Yahudi sanatçı iken. Hem de ölümcül hastalığında kendisini bir Yahudi doktorun ellerine teslim etmişken. 
1935’te Kudüs’te başlamıştı hayatı Hıristiyan bir ailenin çocuğu olarak. Bir işadamının oğluydu. Kozmopolit bir ortamın çocuğuydu. Annesi ona Edward ismini vermişti. Galler Prensi’nin adıydı Edward. O yıllarda dillerden düşmeyen Prense hayrandı annesi. Ama oğlu yıllar sonra “köklerimi temsil etmediği için bir türlü içime sindiremedim” diyecekti annesinin kendisine verdiği bu isim için. 

Filistin’e o yıllarda biçilen kader onun kaderiydi aslında. 1948’de Filistin toprağının İsrail’e verilmesi üzerine ailesiyle birlikte Mısır’a iltica edecekti. Amerikan pasaportuyla son bulacak bir sürgünün başlangıç yılıydı 1948 onun için. Mısır’da elit sömürge okullarında İngiliz dilinde okuyacaktı. Hem de Kral Hüseyin ve Ömer Şerif gibi isimlerle. Kendisini iki dünya arasında bölünmüş hissetti oralarda. Lösemiye yakalandıktan sonra hayatını yazdığı Yersiz Yurtsuz (1999) isimli kitabında “anadilimin ne olduğunu hiç bilemedim, her ikisinde de rüya görmeme rağmen Arapçayı da İngilizceyi de kendimin hissetmedim ” diyecekti.

Mısır’dan sonra babasının zoruyla 1951 yılında gittiği Amerika’da üniversite okuyacaktı. Babasını hiç affetmeyecekti bu yüzden. Çünkü Amerika’ya gitmek yersiz-yurtsuz olmak demekti. Elindeki Amerikan pasaportu da bunun açık bir belgesiydi. Amerika onu tanımayacaktı. Çünkü o bir Ortadoğuluydu. Ama o kendisini 36 dile çevrilecek olan Oryantalizm kitabıyla tüm dünyaya tanıtacaktı 1978 yılında. Bilinçaltına kazınan olumsuz tecrübeler yaşamıştı daha 16 yaşında başlayan bu Yeni Dünya macerasında. Ortadoğulu olması kendisine hep önyargılı davranıldığını hissettirmişti ona. Öğretmenlerini bile masum bulmamıştı bu açıdan. Dereceye girdiği halde mezuniyet töreninde geleneği bozma pahasına ona konuşma yaptırmamışlardı. Oryantalizm kitabında işleyeceği temel tezine daha öğrencilik yıllarında karar vermişti: Batı ikiyüzlüydü. İkiyüzlülük en nefret ettiği şeydi, ama Batı için en layık gördüğü sıfatlardan birisi oldu. 1963 yılında Columbia Üniversitesi’nde işe alınırken bile bölümdekilere İskenderiyeli bir Yahudi olarak sunulduğunu öğrenmişti işe başladıktan sonra. “Amerika’da bir Filistinli veya Arapsanız hep yanlış taraftaymışsınız hissine kapılırsınız” demişti bir röportajında ve bir örnek vermişti: “1967’de Arap-İsrail Savaşı sırasında Columbia Üniversitesi’nde asistandım. Metroda el radyolarından haberleri dinleyen insanları görürdüm. Birbirlerine ‘durumumuz nasıl?’ diye sorup ‘iyi gidiyoruz’ diye cevap verirlerdi. Bu insanlar Amerikalıydı, fakat kendilerini İsrail’le ve onun zaferleriyle o kadar özdeşleştirmişlerdi ki, bir Arap olarak utancımdan yerin dibine girerdim.”

25 Eylül 2003’te öldüğünde tüm dünyada birçok Müslüman belki de Müslüman olmadığını bilmeden onun için rahmet diledi. Ama yanılmadı o Müslümanlar. Çünkü kırk yıl boyunca entelektüel vicdanın ve dürüstlüğün simgesi olan, özgürlük ve eşitlik adına Müslümanların haklarını savunan bu Filistinli Hıristiyan rahmeti çoktan hak etmişti… Ruhun şad olsun Edward Said… Kudüs’te doğdun, New York’ta öldün… Sürgün bitti… ‘Yersiz Yurtsuz’dun… Ama dünya yerlilerine çok şey öğrettin.”

İlgili Makaleler